Monday, July 19, 2010

İyi hal...


Van'da bir herif eşini dövmüş. Şiddetin derecesi olmaz ya yine de biz "çok" dövmüş diyelim. Olay geçen yıl gerçekleşmiş. Herif eşinin kulağını da kesmiş bu arada.

Ardından zavallı kadın sığınma evine konulmuş devlet tarafından. Burada 45 gün kalan kadın "eşimi seviyorum" içerikli bir dilekçe vermiş ve mahkeme kararıyla evine dönmüş. Beyni platin olan Faruk bey eşinin de bedenini platin sanmış olacak ki şiddet eylemlerine devam etme kararı almış, beyni platin olduğuna göre Allah bilir neresinden! Mahkeme Sıdıka hanımın dilekçesini değerlendirirken Faruk beyin mahkemedeki iyi halini evdeki rezil haline tercih edince Faruk beyi aynı suçu 5 yıl içinde tekrarlamamak üzere serbest bırakmış. Faruk Platin ise tahmin edeceğiniz üzere dayanamamış 5 yıl. Öyle ya; mahkemeye göre karısını dövmesi 5 yıl yasaklanmış. Yani 5 yıl sabretsin sonra istediği kadar dövsün!..

Kadının "eşimi seviyorum" dilekçesinin psikolojik durumunun hiçbir şekilde dikkate alınmadan değerlendirilmesi mi, kötülüğün sınırlarını zorlayan eylemlerde bulunan bir adam için "iyi hal"in uygulanması mı yoksa mahkemenin bir kişiye eşini dövmemesi için 5 yıl süre koyması mı daha komik orası size kalmış. Ancak kadına karşı şiddete ne kadar hayır ise salt kitaplarda yazanlarla yetinip insanların psikolojik ve sosyolojik durumlarını göz önüne almadan karar veren "yüce" mahkemelerimize de bir o kadar hayır!

Thursday, June 24, 2010

Bir Deli, Taş ve Binali


Ulaştırma Bakanı bugün mecliste internet yasaklarıyla ilgili bir konuşma yapmış. Google ve YouTube'un Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı savaş verdiğini ileri sürmüş falan. Hükümetin son günlerde klasikleşen "dış mihrak" söylemleriyle benzerlik kurmuş. Yandık ki, ne yandık! Zaten yedi düvele karşı mücadele veriyoruz, şimdi bir de Google çıktı başımıza! (YouTube Google'ın olduğu için bakan gibi ayırma gereği duymadım)

Şu dış mihraklara hastayım zaten. Hani biz güçlü bir devlettik. İsrail'e, ABD'ye kafa tutuyorduk? Siz hiç ABD Başkanı'nın çıkıp dış mihraklar üzerimizde oyunlar oynuyor dediğini duydunuz mu? Demek ki ya biz söylendiği gibi güçlü bir devlet değiliz, ya da dış mihrak mavalı yalan.

Geçenlerde görsel medyanın ve internetin korkulu rüyası İnciSözlük, Binali Yıldırım'ın kişisel internet sitesine de bir saldırı düzenlemişti. Sitede bir anket vardı, "Binali Yıldırım'ı nasıl buluyorsunuz?" diye. İnternet yasaklarının milletin anasını ağlattığı şu aralar, doğal olarak elden ne geldiyse şıklar arasından çok kötü'ye yüklenildi. Ancak ne yapılırsa yapılsın, (çoklu oy programları kullanımı vs.) "çok iyi" sonuçlar arasında zirvedeydi. Anlaşıldı ki anket zaten danışıklı dövüşlü proglamlanmış. Ne kadar oy kullanılırsa kullanılsın netice değişmeyecek, Binali Yıldırım görevini "çok iyi" yerine getiriyor kabul edilecek!

Binali Yıldırım'ı çağın gerisinde kalmakla suçlayacaktım, ama kendisi de internetin nimetlerinden faydalanıyormuş meğerse...

Delinin biri kuyuya bir taş attı, YouTube kapatıldı. Biz ise hala modern çağa ayak uyduracak bir bilişim yasası çıkaramadık. Sürekli gelişen bir teknoloji olan internete ayak uyduracak yeni düzenlemeler yapacağımıza, inatla interneti kendimize uydurmak için çaba sarfediyoruz. Sansür bir kez başladı mı, nerede duracağını kestirmek zorlaşır.

YouTube'da Atatürk'e hakaret videosu var. Biz göremiyoruz, ama tüm dünya izliyor! Facebook'ta hergün yerli yersiz, her türlü hakareti barındıran bir sürü grup kuruluyor, onu da mı yasaklayalım?

Atatürk'ü bu kadar seviyordunuz madem, Buse'nin onun için açtığı sayfa geri kafalıların, karşıtlarının istilasına uğrarken neredeydiniz?

Tuesday, June 22, 2010

İşin Boku Çıkınca #2


Bu aralar sınavlarım var. Ancak ders çalışmak için gereken dikkat ve iradeyi bir türlü toparlayamıyorum. Ne zaman televizyonu açsam, günüm allak bullak oluyor çünkü...

Hangi birinden bahsedeyim bilmiyorum. Hakkari'nin tepelerinde, gece-gündüz tetikte durup terörist pususu bekleyen, göz göre göre ölüme yürüyen, vatan uğruna kahramanca göğsünü siper eden Mehmet'ten mi? En güvendiği kişi olan babasının yanında, en güvendikleri aracın içinde üniversiteye gitmesine (çünkü ben böyle bir kızın sınavı kazanacağından eminim) 7 gün kala aramızdan ayrılan Buse'den mi?

Yoksa hala en ufak bir sorumluluk almaktan kaçınıp, çamur at izi kalsın hamasetine devam eden, lanet olası oy uğruna birilerini kandırabilme umudu taşıyan, hergün biraz daha yalnızlaştığının, tükendiğinin, yıprandığının farkında olmasına rağmen kahrolası iktidar hırsına boyun eğen başbakandan mı? Bugünkü grup toplantısında, her zaman ağzı kulaklarında liderlerinin konuşmasını dinleyen milletvekillerinin yarısı onu alkışlamadı bile...

Ergenekon davasında yargıya güvenmek gerekir; ancak yargı suçsuz insanları serbest bırakınca artık güvenilmez olmuştur...

Yandaş medya Kılıçdaroğlu'na en ağır ithamlarda bulununca ses çıkarılmaz; adamın sorgulanmadık ne sünneti kalır, ne soyu-sopu... Başbakan'ı azıcık eleştirenler art niyetli, hükümet karşıtı, kumpasçı olur... Candaş, yoldaş olur...

Açılım yapıyorum denir, allanıp pullanır sözcükler... Plansız-programsız hareket edildiği için ortaya bir icraat çıkmayınca "muhalefet destek vermedi ondan oldu" denir...

Aynı muhalefetin anayasa değişikliği yapılırken en ufak bir görüşü alınmaz, önerileri kabul görmez... (ki bunları muhalefeti savunmak için söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın)

İsrail'e kafa tutulur, 9 vatandaşımız ölür. "Persona non Grata" ilan edilmesi gereken İsrail Büyükelçisi ertesi gün İstanbul'da resepsiyona katılır. Filistin savunulur; bırakın Kırgızları Özbekleri, kendi askerimiz bile yeterince savunulmaz. Haftasonu Orman Bakanlığı'nın helikopteriyle oğlunu gezdiren, sözde tarafsız Meclis başkanı çıkıp: "Asker millete hesap vermeli" der. Hani asker siyasi iradeye bağlıydı, artık iki başlılık yoktu?

Basın şehit haberlerini verdiği için PKK propagandası yapar. Başbakanın gidemediği şehit cenazelerini duyurdukları için suçlanırlar; ancak aynı basın Hakkari sınırına fotoğraflarımızı çeksin diye beraberinde götürülür. Çok geç kalınmış bir sınır ziyareti bile yüze göze bulaştırılır, çömelerek poz verilir.

Biz de, Arapları küçümsediğimiz için köpeklerimizi "Arap" diye çağırıyoruz zaten!

PeyamiSafa'nın bana anlattığı birşey vardı. Hakkarili bir arkadaşı, ona Hakkari'nin Türkiye'de Ankara'ya en uzak nokta olduğunu söylemiş.

Hakkari ne yazık ki Ankara'ya her zaman en uzak nokta oldu. Hem coğrafi, hem zihinsel olarak. O kadar uzaktı ki, çatışma haberleri bile saatler sonra gelirdi.

Cumartesi günü 11 askerimizin şehit olduğu Gediktepe'de çatışma gece 2'de yaşanmıştı. Ben o gece sabaha kadar oturdum, sabah 6'da uyudum. Yatarken aradan 4 saat geçmesine karşın televizyonda henüz herhangi bir haber yoktu. Öğlen 12'de kalktığımda öğrendim.

Hakkari hala bize en uzak yer...

Son sözü geçenlerde Almanya'da düzenlenen uluslararası bir futbol turnuvasında 2. olan Hakkarili çocuklara bırakacağım. Canlı Gaste'de Can Dündar onlara şu soruyu sordu ve şu cevabı aldı:

"Almanya'da mı yaşamak istersiniz Hakkari'de mi?"

"Almanya'da"

"Peki Hakkari Almanya gibi olsa?"

"Hakkari'de!"

Monday, June 21, 2010

GİTMEK

Elinde anılarla dolu bir bavul başı önde çıktı kapıdan.Yorgundu gözleri galiba birazda gergin.Söylemek istedikleri yarım kalmıştı,söyleyememişti içindekileri kelimeler boğazına takılmış çıkmıyordu dışarı.Yavaş ve sessiz adımlarla merdivenlerden inmeye başladı,korkuyordu sanki bir el omzuna dokunacak dur gitme diyen.Heyecandan kalbi yerinden fırlayacakmış gibiydi kalbi göğüs kafesine sığmıyordu ürkek bir güvercin gibi çırpınıp duruyordu orda.Yıllarca oturduğu evinden şimdi bir hırsız gibi kaçıp gidiyordu.Dokunmadı hiçbir el omzuna oda bunu istiyordu zaten.Cesareti yoktu dönüp arkaya bakmaya biliyordu arkasına bakarsa içinde fırtınalar kopacak ve o çırpındıkça mazisine batıp kalacak ve gidemeyecekti bir yere.Bunların hepsinin farkındaydı ve işte gidiyordu Sonbaharın yalnızlık kokan yağmurlu bir gününde.

İstasyona vardığında daha gelmemişti o ayrılık habercisi olan demir yığını.Etraf sessizdi,gözyaşı ve hüzün kokuyordu her taraf.Hayattan yana çok yorulmuştu birazda bu yorgunluğu hafifletmek için sırtını istasyonun buz gibi duvarlarına dayadı.Dizlerinin üstüne çöktü bavulun ağzını açtı ve anılarını salıverdi.Hakkı yoktu onları tutsak etmeye.Yaşlı adamın yüzünde acı bir tebessüm vardı arkalarından el sallarken.

Ve işte geliyordu hüzün harbecisi acı bir çığlıkla.Yavaşça doğruldu yerinden birden gözleri gözlerine takılıp kaldı.Son durağı gözleri olmuştu işte karşısında duruyor kırk yıllık hayat arkadaşı.Bir an göz göze geldiler.Yaşlı adam hemen başını çevirdi yoksa kaybolup gidecekti deniz mavisi gözlerinde.Hızlı ve heyecanlı adımlarla terene doğru hareket etti.Kadın yaşlı adama yetişerek bir kağıt uzattı.Birkaç dakika öylece birbirlerine bakakaldılar.Kadın elini yaşlı adamın yanaklarına götürdü ve sıcak bir öpücük kondurdu dudaklarına.Seni çok seviyorum unutma.Sana gitme demeyeceğim gideceksin biliyorum.Dur demeyeceğim.Hoşça kal ömrümün en güzel yılları.hoşça kal kalbim diyerek arkasını dönüp gitti kadın.Yaşlı adam olduğu yerde donup kaldı.Tekrar kendine geldiğinde trene bindi ve vagona yerleşti hala olayın etkisini atamamıştı üzerinden.Vagon boştu her şey yalnızlığını hatırlatıyordu ona.Hayattan yana buruşmuş elleriyle mektubu açıp okumaya başladı.

İlk defa ellerim üşüdüğünde korktum ellerini tutmaya, utanarak ellerimi yırtık montumun cebine koydum.Ve bakamadım gözlerine ellerin ellerimden kayıp giderken.Takılıp ardına gelmek istedim bir yaprak misali ama tanıyorum seni buna izin vermeyecektin ama sanma ki bu ömür sensiz sürer çok değil karanlık geceye damla damla düşmeye başladığında elimde bavulum yanına geleceğim.

Yaşlı adam mektubu bitirdikten sonra yanaklarından süzülerek intihar eden birkaç gözyaşı damlası mektup kağıdının üstüne düştü.Elini kırlaşmış saçlarına götürerek vagonun camına dayadı başını.İşte gidiyordu,nereye gideceğini ne zaman varacağını bilmeden.Bir kalem kağıt alıp bir şeyler karalamaya başladı.

Gitmek için erken kalmak içinse çok geç artık.Sen elveda demeden ben kendimi gemileri batmış bir limanda buldum.Ama daha küçüktüm büyümemişken sana.Bir sokak lambasının altında yağmur gözlerimi ıslatırken ben her gölgede her ayak izinde seni arayıp durdum.

Kağıdı vagonun camından bırakıverdi.Ne yapmaya çalışıyordu kendisi de bilmiyordu artık bir anlamsızlık deryasında kaybolup gitmişti.Camdan gelen ılık bir rüzgar saçlarını okşayıp ciğerlerine doldu.Gece yarısıydı artık.Vagonun duvarına seni seviyorum ömrümün mavi düşü yazdı ve öylece yığılıp kaldı.Sabah onu bulduklarında açık olan gözleri duvardaki yazıya bakıyordu ve yüzünde ince bir tebessüm kalmıştı.

NOT: Bu yazı değerli arkadaşım Halil Korhan'ın kalemine aittir. Kendisine paylaşım için teşekkürler...

Saturday, June 12, 2010

Geldim(!)


Dün geldim.
Oraya gittiğimde oradakilere de “geldim” dediğimi anımsıyorum.

Eee… Nasıl yapacağız şimdi?
Neden kişi için “gelmek” zaman olarak daha çok kaldığı, günlük tabiriyle, “yaşadığı” yer için mümkündür. Kişi bir gün kalacağı bir yere “gel”emez mi mesela?..

-“ Memleket nere hemşerim/yeğenim” sorusunun cevabı olan mahaldir hep “gel”inen yer. Öyle ya; genellikle orada daha çok kalınır. Ve öyle ya, kalınan/yaşanılan yere “gel”inebilinir ancak…

Dün geldim.

Ya ben “oraya” gelmek istiyorsam! Ama yok: Gelmek “buraya” mahsus bir yetidir; “oraya” gidilebilir ancak. Hep dışlanır “orası”. Masum çocuğuna kızan masum anne için bile ceza yeridir “ora”sı: “oraya git ve sessizce otur, şımarık şey, ben sana evde…”

Nereye gelirsek gelelim ve nereye gidersek gidelim şu dünya sınırlarının dışına çıkabiliyor muyuz acaba? Hayır. O halde en çok kalınan/yaşanılan yer dünya değil midir? Evet. Gelmek en çok kalınan/yaşanılan yere ve “buraya” mı mahsustu? Evet. Peki ömrümüz boyunca dışına çıkamıyorsak en çok kaldığımız/yaşadığımız ve dahi “burası” ancak ve ancak dünya değil midir? Yani dünya içerisinde var olduğumuz sürece, hareket yönümüz her ne tarafa olursa olsun, “gelmekte”yizdir aslında. Evet, şunu söylüyorum: Gitmek mümkün değildir bizim için, gitsek de gelsek de, hep geliriz, geliriz hep…

Ve daha önce de bahsetmiştik ki, hep de gitmekteyizdir. Doğumumuzun bir anlamı da, bir yere doğru “gitmek”te olduğumuzdur. Öyle ki sonsuz bir gidiş. Şu an ve bir saniye sonrasıyla geçen arada durmayıp ısrarla gideriz biz.

Dün geldim.

Oradan buraya geldim de orası neresi? Orayla bura arasındaki ayrımı kim yapıyor ve kim belirliyor oranın ora buranınsa bura olduğunu. Ve kim karar veriyor nereye geleceğimize ve nereye gideceğimize…

Thursday, June 10, 2010

Mor ve Ötesi'nin Hatırlattığı


Mor ve Ötesi'nin yeni albümü “Masumiyetin Ziyan Olmaz” geçtiğimiz ay çıktı. Grubun son yıllarda sıkı hayranlarından aldığı “popüler oldular, gerçek kimliklerini kaybediyorlar” eleştirilerini yerle bir eden bir albüm olmuş bence. Onları tekrar kemik dinleyicileriyle birleştirebilir. Hemen hemen 11 şarkı için de Harun Tekin'in sesinden değilde, bir başkasından dinleseniz bile bu albümdeki şarkıların sözleri Mor ve Ötesi'ne ait dersiniz. Müzik altyapısı olarak da şimdiye kadarki en iyi albümleri olabilir. Özellikle ağza bir parmak bal çalar mahiyette olan ve tadı damakta kalan gitar soloları müthiş.

Albüm kapağındaki soğanımsıya, birçoklarına beklenmedik gelen ama benim mesajı aldığım kliplerine ya da Vogue'a verdikleri pozlara falan da değinmeden esas noktaya gelelim.

Albümün 5 numaralı şarkısı Festus'u, son günlerde yaşanan güncel olaylarla ilişkilendirerek dinlemekte fayda var. Yaklaşık 3 yıl önce Beyoğlu Emniyeti'nde bir polisin silahından çıkan kurşunla öldürülen Nijerya vatandaşı Festus Okey'in anısına yazılmış. Vurucu bir şarkı olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım.

Önce sizi buraya alalım.

Sonra da diyelim ki: Yurttaşlarımızı başka bir devletin güvenlik güçleri öldürünce -haklı olarak- yaygarayı basıyoruz. Peki bizim güvenlik güçlerimiz sütten çıkmış ak kaşık mı acaba? Belki de Nijerya dünyanın yükselen yıldızı ya da bölgesel güç olmadığındandır.

İnsaniyetten bahseden hükümet, eğer tavrında samimi ve inandırıcı olsaydı bu ülkenin İçişleri Bakanı hala görevinin başında olmazdı.

Gerçi samimi olsalar ülkede bakan kalmazdı ya, politika böyle menem bir şey işte...

Saturday, June 5, 2010

İşin Boku Çıkınca


Google da yasaklanmış. Sanırım arama motorundan çıkan sonucu falan beğenmediler. Küfürlü falan birşey vardı. Ya da Bill Gates Türkiye'de büyük miktarda yatırım yapma kararı aldı.

2 yıldır dns yoluyla kapalı olan YouTube da sanırım ip ayarlarıyla oynanarak dört bir yandan engellenmeye çalışılmış. Bu yasakların tek yararı teknolojik gelişmelere oluyor. Yasak delme yöntemleri gün geçtikçe yaygınlaşıyor. Zaten bilinen birşey ama birilerini gıcık etmek için yine söyleyeyim: Ben Google'a da YouTube'a da hala girebiliyorum!

Zaten biz küfürü hiç kullanmayan bir milletiz. Sokakta, orda burda herkes birbirine şartlar ne olursa olsun hep nazik davranır.

Adamı zorla anarşist yapacaklar. Siyasetten soğuyup giderek bireyselleşiyoruz, varoluşculuğumuza da karşı çıkıyorlar.

Bir de bize ilkokulda beyin gücünün zararları aşılanır. Memleketten gidenlere sövüp sayarız. Ama yakında ülkede adam kalmayacak, herkes bir şekilde "engellenecek".

Neyseki akşam Kingo Disco var. Kendini ifade edebilmenin başlı başına bir sorun olduğu ülkemizde kendini ifade edebilen nadir adamlardan biri.

Fog the System!

Friday, June 4, 2010

Küresel şamaroğlanı İsrail



Son zamanlarda çokça okuduğum ve okuduğumdan çok daha çokça beğendiğim bir yazar Murat Menteş. Kendisi romancı ve şair kimliğinin yanında afilifilintalar.com adresinde de muhtelif konularda yazılar yazmakta. Dün onun İsrail’in son azgınlığıyla ilgili yazısını okurken onun teklifleri öyle hoşuma gitti, konuya yaklaşım tarzı beni öyle cezp etti ki, onun önerdiği tarzda bir yazı kaleme almak fikri düştü zihnime.


Menteş (bu yazının da başlığını çaldığım) söz konusu yazıda, İsrail’in şımarık çocuk imajının artık sıktığından, diplomasi, siyaset ve medya yollarıyla bu konunun üzerine sınırlı oranda gidilebildiğinden bahsetmiş. Bahsetmiş ve eklemiş Menteş: “Fakat sanat öyle değil”. Önerisi şu Menteş’in: Tüm sanatlar ve sanatçılar aracılığıyla İsrail’i –centilmen Yahudilere sataşmamak kaydı ile- “küresel şamar oğlanı” yapmak. Fıkralar, şarkılar, filmler ve bunlar gibi çeşitli sanatsal yollarla İsrail’i “ti”ye almak.


Dedim ya; zaten bu fikir aşırı derecede kafama yatmıştı ki bugün İsrail’de malum operasyonları destekleyen protesto gösterilerini izlerken daha da heveslendim bu yazıya. Zira malum gösterileri izlerken “sanki bu –yine Menteş’in deyimiyle- şavalaklar Menteş’in kendileriyle ilgili yazısını okumuşlar da dalga geçmek isteyenlere malzeme vermeye çalışıyorlar” diye geçti aklımdan. Malum şavalaklar, insani yardım projesinin önderliğini üstlenen ve bu yardıma en çok destekçi gönderen “insani” ülkemizi “ırkçılık” ve “terörizm” ile suçluyorlardı!


Evet evet, yanlış duymadınız: “İsrail” bizi –veya hiç fark etmez, bugünkü kimliğiyle herhangi bir ülkeyi- “ırkçı” ve “terörist” olmakla suçluyordu. Uluslar arası sularda, hakkı olmayarak, üzerindeki en tehlikeli(!) şey “tırnak makası” olan, “insani” yardım amacıyla yola çıkan, içinde 11 aylık bir bebeğin ve her dinden temsilcinin yer aldığı “insani” bir konvoya tereddüt etmeden askeri çıkartma yapıp önüne gelene ateş eden, 19 yaşında bir gencin başını tam 4 kurşunla hedef alan “terörist” İsrail; kendisini “kutlu ırk” olarak gören İsrail bir başkasını –üstelik hiçbir doğruluk payı olmadan- “ırkçı” ve “terörist” olarak itham ediyordu. Gel de dalga geçme arkadaş.


Ama bir bakıma onlara da hak vermek gerekiyordu. Öyle ya; “insani” olan ne kadar bu vahşi siyonizmin karşısında yer alıyorsa, din, dil, ırk gözetmeksizin mazlumun yanında olmak bu siyonist anlayışa göre ırkçılık oluyor ve o mazlum insanlara yardım edip onlara zulmedenlerin karşısında tavır almak da terörist bir eylem niteliği taşıyordu. Uzun lafın kısası, “insani” olanın sınırlarında yer alan her şey bu iğrenç siyonizme ters düşüyordu.


Yine dün okuduğum yazılardan birisinde yazar “İsrailli bir yetkilinin Yahudi vatandaşları Türkiye’yi terk etmeye çağırdığını” yazıyor ve dalgasını geçerken ekliyordu: “ey siyonist İsrail. Sen bizi kendin gibi zorba, katil, terörist mi sandın?”. Öyle ya, o yetkilinin kafa yapısına göre bizim ülkedeki Yahudilere baskı yapmamız hatta onları öldürmemiz muhtemeldi. Ancak atladığı bir yer vardı yetkilinin: Biz Yahudiliğin karşısında değil zulmün, haksızlığın, vahşetin ve bugün bunların tümünü temsil eden siyonizmin karşısındaydık. Bizim dinimiz “sizi öldüreni siz de öldürün” demiyor aksine “size taş atana ekmek atın” diyordu! Ancak bunu nereden bilecekti o yetkili: Onun nefreti; aklını, vicdanını, kişiliğini ve hatta dinini kemirmişti. O çözümü ölümde görüyordu. İnsanlığı yozlaşa yozlaşa bir tek öldürmeyi bırakmıştı onun zihninde!


Bu yazı uzar gider… Velhasıl sevgili okur ben herkesi, naçizane, Murat Menteş’in çağrısına kulak vermeye çağırıyor, bu yolda ilk adımı da böylece atıyorum. Zira yine onun deyişiyle “bu şavalakları dürtmek bize düşüyor”.

Monday, May 31, 2010

O Gemide Olmak Vardı...



O gemide olmak vardı…


Çok kolay rahat koltuklarımız ve son teknoloji televizyonlarımızdan bu vahşeti izlemek. Ne kadar içimiz sızlasa, ne kadar yüreğimiz burkulsa da olamayız, olamıyoruz onlar kadar cesur! İzahı olmayan bu saldırıları tahmin ederek, bir nevi bile bile çıkıldı bu yola. Tabiri caizse “gidemesek de o yolda ölürüz!” dendi, hacca giden karınca misali. Korkmadı onlar. Zira onlara göre tek korkulacak tek bir şey vardı: Allah. Ancak O’ndan korkulurdu ve öyle de yaptılar, “komşuları aç iken tok yatamadılar” ve çıktılar yola bile bile ancak hiç ama hiç korkmadan.


O gemide olmak vardı…


Öyle ya “insani” yardımdı bu. Saldırı anında gemiden bildiren muhabirlerden biri “bu birisinin ancak düşmanına yapacağı bir saldırıdır” derken, belki o anın şoku belki de sadece “insanlığından” dolayı bir noktayı atlıyordu: Herhangi bir eyleminizin başına “insani” sıfatını koyduğunuzda zaten otomatik olarak düşmanı oluyordunuz İsrail’in. İsrail, kendisi kan kusturduğu yetmiyormuş gibi, insanların tamamen sivil bir inisiyatif ile yardım etmesini de çok görüyordu Filistin halkına. Haddi olmadan çok görüyordu. İnsanlar arasındaki ilişki, insanların birbirini sevmesi, birbirlerine yardım etmesi olağandışı geliyordu onlara. Onlar sevginin karşısında, yardımseverliğin karşısında, velhasıl insanlığın karşısında ve dahi “insani” olanın karşısındaydılar. Bunu bir kez daha, üstelik bu kez ayan beyan ortaya koydular.


Saldırdılar, yardım kafilesinde bir yakını bulunan bir hanımın ifadesiyle, çakı bıçağı dahi taşımayan bir “insani” konvoya. Saldırdılar, içlerinde 11 aylık bir bebeğin olduğu, “insani” bir konvoya. Saldırdılar, yaşlısından gencine, tamamen kendi istekleriyle zor durumdaki insanlara “insani” yardım yapmak isteyen “insani” bir konvoya.


Ve o konvoy, bu namert saldırıyla insanlığından hiçbir şey kaybetmeyip, aksine insanlığına insanlık, şan, şeref kattığı gibi, bu namert saldırıyı gerçekleştirenler “insani” olan her şeyden uzaklıklarını tescil etmiş oldular böylece.


İsrail yalnızlaşıyor. İnsanlara zulmetmenin, onları işkenceden geçirmek şöyle dursun, bir de üzerine onlara yardım etmek isteyenleri de engellemenin ve hatta onlara da zulmetmenin sonucu yalnız kalmaktır. Ancak bu, kendilerinin çok istedikleri bir yalnızlık olmayacaktır. Bundan 50-100 yıl önce bir ülkenin tek başına belki yaşayabileceği dünyamız günümüzde bu lüksü sunmamakta hiçbir ülkeye. Günümüzde hiçbir ülke yalnız başına var olamayacağı gibi bu kanun İsrail için de geçerliliğini korumaktadır. İsrail yalnızlaşıyor ve bu insaniyetin, her ne kadar asgariye inse de, henüz kaybolmamış olduğuna inandığım günümüz dünyasında zorunlu bir sonuç gibi görünüyor. Ve dünyanın herhangi bir yerinde azıcık da olsa insaniyet olduğu sürece, “insani” olana karşı aldığı bu konum itibariyle İsrail yalnızlaşmaya devam edecek.


Aslında en çok bunun için inanıyorum biliyor musunuz!? Adaletsizliğin, haksızlığın, vahşetin, insana verilen değerin bu denli azalmasının normalleşmeye doğru gittiği bu yaşamın ardından, “kusursuz, eksiksiz bir adaletin” sağlanacağı başka bir hayat gerekiyor bence. Çünkü biz, birkaç bin yıllık tecrübelerimize dayanarak söyleyebiliriz ki, “kusursuz ve eksiksiz bir adalet” bu yaşadığımız dünyamızda sağlanamıyor. Mazlumun hakkının gözetilmesine ağırlık verileceğine, aksine bu dünyada ezenler ayrıcalıklı oluyor ve onlar yararlanıyor bu dünyanın nimetlerinden.


En çok bunun için inanıyorum. Ve ben inanıyorum ki bir zerre kadar iyilik karşılıksız kalmayacağı gibi, yine zerre kadar da olsa hesabı sorulmayacak bir kötülük yoktur. Ve ne yazık ki bu son şahit olduğumuz kötülük bir zerre miktarından oldukça büyük. Zerre miktarındaki kötülükler de dikkate alınacak ve gerekleri yapılacaksa, İsrail’in bu yaptığının (hatta yaptıklarının) hesabını varın siz yapın.


Şehitlerimize Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar ve zor şartlardaki tüm kardeşlerimize yine acil kolaylıklar diliyoruz.


Saturday, May 22, 2010

İçimizdeki Şeytan



“… Müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum… Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı?..”


“İçimizdeki şeytan”. Sabahattin Ali’nin “cesur” bir romanı. Bugün, bizim bile halen kabullenemediğimiz bir gerçeği kabullenip, onu işlemiş Sabahattin Ali bu eserinde: İnsanın aleyhine sonuçlanan şeylerin sorumluluğundan kaçıp suçu –belki bu deyim ilk defa bu kadar cuk oturacak!- “günah keçisi” olan şeytanın üzerine atması. “Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı?..”


Ali, İçimizdeki Şeytan’da, insanın acizlikleri için başka bir sorumlu aramasının yine bizzat acizliklerinden birisi olduğu görüşünde kararlı. Zira onun deyişiyle insan müdafaasını üzerine almaktan korktuğu şeyleri başka şeylere yüklemekte oldukça başarılı ve ısrarcı. Ve “kendi suratına tükürmekte” de bir o kadar –yine- aciz! Halbuki bir başarının yanından geçen insan ne kadar mağrur ve ne kadar özgüven sahibi! En ufak bir başarıyla kendisini muzaffer ilan eden de salt kendi neden olduğu bir olumsuzluk için başka bir sorumlu arayan da aynı insan! Yani başarı için sadece “ben” varken başarısızlık söz konusu olduğunda ortada kimseler yok. Öyle ya: “Şeytana uyduk!” “Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı?..”


Tarihi insanın nefsiyle olan savaşı belirlemiştir, belirler. Nefsine karşı galip gelemeyip aciz durumda kalan insan ise yine aynı tarih boyunca yenilgiyi kabul etmez de illa başka sorumlular aramak telaşındadır. Halbuki insan ile onun nefsi arasında en çetin savaşların geçtiği anlar olan insanın tek başına olduğu zamanlarda onun yanında başka kim vardır ki sorumlu da o olsun? İşte bu tarz sorulara bu usta yazar da pek iç açıcı cevaplar bulamamış olacaktır ki böyle bir eser çıkmış ortaya. Elbette ki bu eseri herkesin okumasını tavsiye ederiz. Ancak özellikle, halen içinde bir şeytan olduğunu ve o şeytanın kendisini kötülüklere ittiğini düşünenler varsa, bu eser onlar açısından “yıkıcı” olduğu kadar aydınlatıcı da olacaktır diye düşünüyorum.


Bu arada şu bizden, insandan, korkulur vallahi. Baksanıza; şeytanla olan ilişkisinde dahi hak yiyen taraf o!..